Bugün bir meclise vardım oturmuş pend eder vaiz
Okur açmış kitabını bu halkı ağlatır vaiz.
(Mısri)
Televizyon vaizliği, aklı karışık Türk halkının duygusal ihtiyaçlarını giderme misyonunu üstlenen bir iş kolu olarak günümüzün en gözde mesleklerinden biri olma yolunda ilerliyor. Her Ramazan ayına, TV kanallarının hangi büyük vaizi transfer ettiğine dair haberlerle giriş yapıyoruz. “En makbul hoca, dinleyicilerini en çok ağlatabilendir” önermesi ile oluşturulan büyük hocalar listesine girebilmek elbette kolay değil. Bu işin de diğer meslekler gibi kuralları ve teamülleri oluşmuş durumda. Sıradan bir vaizin ortaya çıkıp “ben de halkı ağlatabiliyorum, anlattığım hikayeler herkesi çok etkiliyor” argümanıyla program yapmaya yeltenmesi, kendisine ancak 3.sınıf TV kanallarında yer bulabilmesi ile sonuçlanacaktır. Futbolun, sanatın ve diğer alanların en büyükleri gibi bu alanın da en büyükleri var. Bu isimlerin, marka değeri ve hitap ettikleri kitle üzerindeki etkileri düşünüldüğünde bu kişilere “dinsel pop ikonu” denmesi yerinde olacaktır.
Hipnozla trans arasında
İzleyiciyi ekrana bağlama sanatı, bilgiden ve ilmi derinlikten çok daha farklı yeteneklere sahip olmayı gerektiriyor. İzleyicinin duygusal iniş çıkışlarını kontrol edebilmek, yerinde ve zamanında yapılan müdahale ile onu coşturabilmek veya ağlatabilmek, bilgiden çok sanat sahibi olmayı gerektiriyor. Merak duygusunun eseri olan gizemli konulardaki sorulara cevap verebilme yeteneği de ayrıca önem taşıyor. Gizem alanı, her dinde geniş bir alan oluşturur. Cinler, periler, melekler, şeytanlar, ahiret günü yaşanacaklar, kabir hayatı derken, insanı maddi dünyadan kopartacak kadar gizemli bir alem tablosu çıkıyor ortaya. Bu konuları anlatan hocanın hayatında ne cin, ne peri, ne şeytan görmemiş olması ilginçtir ki dinleyiciyi etkilemiyor. Hoca, ayet ve hadislerden yola çıkarak bu gizemli varlıkları anlatırken kimsenin aklına “hocam sen bunları hiç gördün mü?” diye sormak gelmiyor. Hoca dinleyiciyi uçan bir halıya bindirmiş gibi cinlerin arasından geçiriyor, periler diyarına ulaştırıyor, şeytanların ateşini savuşturuyor… Arka fonda çalan ve ağlatma kastıyla bestelenmiş enstrümantal müzikle dinleyici hipnotik bir transa sokuluyor.
Sonra gizemli dünyadan çıkılıyor. Bu sefer yolculuk nereye diye beklerken, kendimizi bir anda evimizin banyosunda buluveriyoruz. TeleVaiz, kendimizi bildik bileli hiç düşünmeden yaptığımız banyonun öyle sıradan bir eylem olmadığını anlatmaya başlıyor. Banyoya girerken nasıl soyunmak gerektiğini, suyun altına girerken hangi duayı okuyacağımızı, banyo devam ederken şarkı veya ilahi söylemenin caiz olup olmadığını anlatıyor. Bunları dinledikten sonra uygulayan var mı bilinmez. Ancak hocanın bir insanın hayatta karşılaşacağı her durumu derinlemesine biliyor oluşu büyük bir hayranlık uyandırıyor. Ekmek nasıl kesilir, evden nasıl çıkılır, tuvalete nasıl gidilir, çocuk nasıl sevilir, yemek yerken lokma nasıl çiğnenir, cinsel hayat nasıl yaşanır, para nasıl harcanır…? Bunun gibi binlerce soruya açıklık getirmektedir televaizimiz. Bunlar hayatın pratik ihtiyaçlarına verilen cevaplardır. Bir de ibadet hayatımız var. Bin yıl önce İslam’ı kabul eden ve bütün kültürel değerleri İslam tarafından oluşturulan bir halka, yeni Müslüman olmuş gibi, ibadetlerin nasıl doğru yapılacağı anlatılır. Her ailenin evine bulunan basit bir ilmihalde bile bulunabilecek bilgiler derin astronomi meselesi anlatıyormuş havasıyla nakledilir.
Oruç her sene aynı oruçtur, Müslüman da aynı Müslümandır ancak her sene yeniden ve detaylı bir şekilde, bir ay boyunca anlatılacak kadar incelikleri vardır orucun. Namazın da öyle. Diğer ibadetlerin de.
Bin yıl sonra yeniden
Bin yıl önce Mesnevi’yi ve Yunus Emre Divanını üretebilmiş olan Anadolu’nun dini hayattan bugün anladığı şey genel olarak böyle. Mustafa Tatcı hocanın diliyle söylersek, dindarlığın yerini dinidarlık almış durumda.
Yunanlılar bir dini yeni kabul edenlere neofit (neophytus) derlerdi. Yeni ekilmiş, henüz kök tutmayı başaramamış bitki anlamına gelen bu söz, bir inancı yeni kabul etmiş kişiler için de kullanılırdı. Kökü zayıf ve tutunmak için toprağa sımsıkı sarılan bir kişi. Hangi dinden olursa olsun neofit sınıfına girenler, genellikle en tutucu ve radikal meşrebe sahip olanlardır. Daha önce inandığı bütün değerleri yani bütün dünyasını geride bırakan bir insanın yeni inancında tutunabilmesi için aşırı sayılabilecek davranışlarda bulunması normal kabul edilebilir. Kendi kendini yeniden var etme sürecine giren “acemi dindar”, çoğunlukla eskiden beri bu inancı yaşayanların dini eksik yaşadığını düşünür ve onlara benzememeye çalışır. Savaşçı bir ruhu vardır neofitin. Saldırgandır. İçinde anlam bulduğu değerler sistemine yönelen her tehlikeyi savuşturma gayreti içindedir. İmanı ellerinden kayıp gidecekmiş gibi bir endişe ile yaşar. Doymak bilmeyen bir iştahla yeni inancının ilkelerini ve ritüellerini öğrenmeye koyulur. Bir tür aşk halidir bu. Dışarıdan bakanlarda çok sevimli bir intiba yaratmayabilir, ancak kök saldığı yeni toprakta tutunmasının başka bir yolu yoktur. Neofitlerin bir bölümü dini için mücadele etmeyi fiiliyata döker ve savaş meydanına atılır. IŞİD gibi terör örgütlerinin içinde İslam’ı yeni kabul etmiş binlerce gencin bulunmasının başlıca sebebi budur.
Dolayısıyla bir neofite namazın, orucun, zekatın ve buna benzer bir çok şeyin anlatılması yerinde ve doğru bir iştir. Ancak bunu, son bin yıldır bütün ataları Müslüman olan ve kültür iklimi İslam tarafından oluşturulmuş insanlara anlatmak garip bir şey. Birkaç ay önce Ankara’da kitapçıları dolaşırken bir kadın, uğradığım her dükkana girerek namaz kılmayı öğreten seccade soruyordu. Satıcılardan biri, kadın dükkandan çıktıktan sonra bana, “Seccadeyi ne yapacak bu kadın anlamadım. Hangi camiye gitse namaz kılmayı öğretirler çok istiyorsa” diyerek kendisinin de sattığı bu postmodern ibadet öğreticisinin bir saçmalık olduğunu itiraf etmişti. Bu tür bir aletin insanlara namaz kılmayı öğretmesi elbette imkansız. Ancak dinin de bir popüler tüketim alanı var. Bu alan, kendine özgü bir moda akımı geliştirirken, dinsel görünümlü pop ikonlarının ve “çok satanlar”ının olması kaçınılmaz oluyor. Kendini daha dindar hissetmek için “çok satan” seccade, kitap, hurma, kefen bezi gibi ürünleri satın almanın gerekli olduğu hissi uyanıyor insanlarda. Televaizleri bu yönüyle bakınca bu sektörün PR unsurları olarak nitelendirebiliriz. Allah ve din algısı bu vaizler tarafından oluşturulan halk, çevresinde yayılan dini tüketim modasına uzun süre duyarsız kalamıyor. Zayıflama aleti satan pazarlama şirketleri gibi, kendimizi daha dindar, daha günahsız ve daha seçilmiş hissetmemize imkan tanıyan ürünlerin evlere girdikten sonraki durumu ise zayıflama aletlerinden daha farklı değil. Büyük bir heyecanla satın alınan “namaz kıldıran seccade” veya “Allah diyen tespih” bir iki denemeden sonra evin bir köşesinde unutulmaya terk ediliyor. Tabii televaizler, halkın dindarlığı üzerinde tasarrufta bulunmaya devam ettikçe dini moda sektörü de yeni ürünleri piyasaya sürmeye devam ediyor.
Eskiler halkın çoğunluğunu tarif ederken ona avam derlerdi. Sözlükler, avamın halkın alt tabakası olduğunu yazıyor. Bir de avam-firib diye bir söz var. Halkın hoşuna gidecek tarzda hareket eden, bunu yaparken de halkı kandıran insanlara eskiden böyle denirdi. Halk ile halkın diliyle konuşan, onların duygularını harekete geçirmeyi bilen ve bu yolla halkı aldatan anlamında.
Sözün özü şu ki acılı müzikler, efsanevi kıssalar ve şekilci titizlenmeler arasında ne dinin ruhunun ne de hikmetin sesi duyulmuyor.
Radikal Blog 09.08.2015
http://blog.radikal.com.tr/din/televaizler-ve-pop-din-kulturu-106222