Yeni Kitaplar Arasında

Rus edebiyatı altın çağlarını uzun zaman önce geride bıraktı. Bütün dünyanın bildiği klasik eserlerin günümüzde yazılması mümkün değil herhalde. Tolstoy veya Dostoyevski bugün aramızda yaşıyor olsalardı belki de o binlerce sayfalık eserlerini yazamazlardı. Çağın ruhu da ihtiyaçları da farklı artık.

Rus edebiyatının öldüğüne dair iddialar Rusya’da sıkça dile getiriliyor. Dünya dillerine çevrilen birçok romancıya sahip olmasına rağmen Rus edebiyatının eski derinliğini ve etkileyiciliğini kaybettiği söyleniyor. Ben bu iddiayı doğrulayacak veya yalanlayacak bir birikime sahip değilim. Uzun yıllardır roman okuma becerimi yitirdiğimi söyleyebilirim. Başladığım çok az romanı sonuna kadar okuyabilecek kadar sabredebiliyorum. Kitapların çoğunu, başladıktan uzun zaman sonra bitirebiliyorum. Sebebi tembellik veya anlatılan şeylerin dikkatimi yeterince çekememesi olabilir. Sonuçta başlanıp bitirilmemiş bir sürü roman, kitaplığımda yeniden aklıma düşecekleri günü bekleyerek zorunlu tatil halinde beklemeye devam ediyor.

Uzun yılbaşı tatilinde “Rus edebiyatı diye bir şey hala var mı” sorusu nedense aklıma takıldı. Tarih, siyaset ve din kitapları okumaktan yorgun düşen beynime edebi bir takviye yapma ihtiyacı doğdu anlaşılan.

Bir araştırma yaptım ve Rus edebiyatının bütün sessizliğine rağmen yaşamaya devam ettiğini iddia eden yazılar okudum. Bununla da kalmadım eleştirmenlerin takdir ettiği bazı yazarların kitaplarını satın aldım ve okumaya başladım.

Şu anda Zahar Prilepin’in “Obitel” kitabını okuyorum. “Obitel” Türkçe’de ikametgah anlamına geliyor. Belki daha güzel bir sözcükle ifade edilebilir ama ben şimdilik bulamadım. Kitap, Stalin döneminin çalışma kamplarını anlatıyor. İkametgah denilen de işte bu kampların en meşhurlarından biri olan Solovetsk kampı. Yazar Prilepin, eserin girişinde, büyük dedesinin de bu kamplardan birinde mahkum olarak yıllarını geçirdiğini ve onun anlattığı hikayelerden yola çıkarak romanını kaleme aldığını söylüyor. Aslında Sovyet kampları konusu Rus edebiyatında uzun zamandır unutulmuş gibiydi. Ancak o dönem yaşananların izleri toplumsal hafızada o kadar derin izler bırakmış ki dönüp dolaşıp yine bu konuyu eserlere konu etmek mümkün olabiliyor.

Romanın kahramanlarının büyük bölümü Sovyet idaresi tarafından tehlikeli görülen her sınıftan insanlardan oluşuyor. Şairler, tüccarlar, din adamları, suçlular… Akla gelebilecek her kesimden insan pirelerle dolu yatakhanelerde yan yana yatıyor, insan bedeninin sınırlarını zorlayan işlerde çalışıyor ve bu arada hayatın anlamını sorgulamaya devam ediyor.

Açlık, korku, yorgunluk, öfke, kavga hemen her sayfada göze çarpıyor. İnsanın insana yapabileceği eziyetin sınırı olmadığını her kahramanın hikayesinde derinden hissediliyor.

Şu an için aklımda kalan en etkileyici sahnelerden biri şu oldu:

Kamp mahkumları eski bir manastır mezarlığını sökmekle görevlendirildiklerinde, söktükleri her haçı önce saygı ile kaldırıyorlar. Sonuçta mezarlar rahiplere ait ve saygısızlık yapmak istemiyorlar ölülere. Ancak gün ilerledikçe saygı kayboluyor ve otomatiğe bağlanan eller haçları da, kemikleri de sıradan bir iş yapar gibi sökmeye başlıyorlar. Çünkü önlerinde bitirilmesi gereken bir iş var ve bitirmedikleri takdirde ceza alacaklar. Kutsala saygının, insani bir özellik olduğu ama insanın insanlıktan çıkartıldığında herhangi bir şeye saygı duymayı da bıraktığını görüyoruz…

Kitabı bitirdiğimde uzun uzun yazacağım çalışma kampı izlenimlerimi.

prilepin roman

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s